Mustafa Kemal ve devrimlerinin uzun yıllar eleştiriden muaf tutulması,  dokunulmazlık zırhı içerisinde muhafaza edilmesi,  en fazla zararı fikir hayatımıza vermiştir. Devletin resmi ideolojisinden tutunda iç politikaya, en önemlisi dünya üzerinde güdülecek siyasetin mahiyetine varıncaya kadar, pek çok önemli ve hayati konuda, insanlarımız, maalesef fikir beyan edemez hale gelmiştir. Tek sesliliğin verimsiz hâkimiyeti toplumumuzu edilgen kılarken dünya bazında ülkemiz hesaba katılmaz hale düşürülmüştür.
            Keza yine tarih bilincimiz hususunda da ciddi hasar almış vaziyetteyiz. Tarihin, disiplin olarak inşai bir yapıya sahip olması, bu nedenle iktidar mevkiinde oturanların, meşruiyetlerini garantileme amacıyla olayları geriye doğru istediği ölçüde gösterip dilediği gibi yorumlaması yanında, muhalif seslerin susturulması da, yakın tarihimizi “tek adam” denklemine oturtmuştur.
            Aksine her davranış daha kaynağında yok edilmiştir. Mesela Kemal Tahir’in romanından uyarlanan Yorgun savaşçı filminin yakılması gibi! Hatta ondan da önce Milli Mücadelenin önemli bir figürü olan Kazım Karabekir’in anılarının basımevindeyken, Mustafa Kemal’in emri ile toplatılarak yakılması gibi.
            Amaç belli: Nutuk merkezli bir tarih inşa etmek!
            Fakat şartların zor olmasına aldırmadan düşüncelerini kaleme alan düşünürler, fırsatı bulununca basılma imkânına kavuşan eserleri yok değildir. Bunlardan biriside Kemal Tahir’dir. Romanlarında yakın tarihimizin karanlık noktalarına ışık tutan Tahir, özellikle Notlar/ Çöküntü isimli eserinde Mustafa Kemal konusunda fikirlerini açıkça beyan etmiştir.
            Mesela o, hukuk resepsiyonu hakkında son derece düşündürücü şöyle bir açıklama getirmektedir:
            “Batı emperyalistlerinin 200 yıldan beri aradıkları, sermayelerini işletmeye uygun ortamı onlara en güvenilir biçimde Cumhuriyet çağı hazırlamıştır.(Bilhassa Türkiye’yi ilgilendirmeyen batılı kanunlar aktarmak başta olmak üzere) (Notlar Çöküntü. Bağlam yayınları. 1992. Sf:179)
            Kapitalizmin doğasını düşündüğümüz zaman Tahir’e hak vermemek mümkün görünmüyor. Çünkü Kapitalizm Batıda zuhur eden “varlık” ve “bilgi” hakkında yeni bir yaklaşımın tezahüründen başka bir şey değildir. Batı, eşya-insan ilişkisine getirdiği yenilikle ancak sömürüsünü yeryüzünde yayabilecektir. Çünkü eski sömürgecilik dönemi kapandığı gibi gereği de kalmamıştır. Fakat mallarının satılacağı(Batılaşacak) ülkelerde farklı paradigmaya dayalı bir hukukun meri olması, muradın hâsıl olmasına engel olacaktır.  Batı’nın dünyanın pek çok ülkesine kanunlarını tercüme edip hukuk resepsiyonuna zorlaması bu nedenledir. ‘Çağdaş hukuk ihraç edelim!’ iyilikseverliğiyle olayın izahı son derece müşkildir. O zaman kalan tek makul seçenek kapitalizm ile uyumlu bir hukukun dünya üzerinde egemenliğini sağlayarak Batı’nın çıkarlarını güvence altına almaktır.
            Laikliğe gelince Kemal Tahir o konuda da sosyolojik açıdan can alıcı bir noktaya değinerek anlamsızlığını ima etmiştir. Evvela “Bir memleketin din müessesesi hiçbir iktisadi temele dayanmaz da, dilencilikle, boğaz tokluğuna sürünmeye katlanırsa, o memlekette, yeni davranışlar karşısında önemli bir ayak bağı olamaz. Nitekim bizim burjuva davranışımızın tarihinde burjuvalar hiçbir zaman halk kitlelerini yanlarına almak zorunluluğu duyarak klerikalizm ile çetin bir ölüm-kalım savaşına girmemişlerdir” demek suretiyle Batı ile bizdeki din müessesesini kıyaslayarak, Batı’da bir ruhban sınıfı olduğunu ve burjuva palazlanırken gözünü örgütlenmiş kilise gibi bir hasmın karşısında açtığını vurgulamış ve sözlerine şöyle devam etmiştir:
            “...karşılarında feodalizm ve Kilise gibi silip süpürmek zorunda kalmadıkları güçlü düşmanlar hiçbir zaman bulunmadığı için halka hürriyet, adalet, müsavat ilkelerini duyurmaktansa, toplulukları yobazların anladığı uydurmacalardan ibaret akıl dışı masallarla oyalamak işlerine daha çok elvermiştir. Böylece laiklik hiç kimsenin gerçekten işine yaramayan, tersine bazı küçük çıkarları zorlaştıran temelsiz bir lâftan ileriye geçememiştir” (Sf:59)
            Denilen çok açık: Batı’da Burjuva feodalite ve Kiliseyi alt ederek sistemini oturttu. Kilisenin/ruhban sınıfının etkinliğini kırmak, ayrıcalığını yok etmek için laikliği ihdas etti. “Laik” yani ruhban olmayanların alanıyla, “kilise” yani kutsal olanın, ruhbanın alanlarını ayırdı. Batı’da burjuva bunu yapmak zorundaydı. Ama ya bizde? Bizde örgütlü bir din sınıfı yok ki kutsal, kutsal olmayan ayrımı olsun.
            O zaman da şu soru akla gelir: Batı neden İslam Ülkelerinde laikliğin propagandasını yapmaktadır? Kendi iç çelişkisinin mahsulünü ihraç etmeyi arzulamaktadır?
Bu sorunun cevabının üstadın “Doğu-Batı çatışması” nda aramanın en isabetli seçenek olacağı kanaatindeyim.


Not: Can dostum, hemşerim, sevgili kardeşim, ihlâslı Müslüman Erdoğan Yiğit Hakka yürüdü. Allah mekânını cennet etsin. Sevenleri ve yakınlarına sabır ihsan etsin. Lütfen ruhuna bir Fatiha.