“ Biz, (ey Peygamber) senin sık sık yüzünü (bir kılavuz arayışı içinde) göğe çevirdiğini görüyoruz: ve şimdi seni tam tatmin edecek bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir; ve siz, hepiniz, nerede olursanız olun, yüzünüzü (namaz esnasında) o yöne döndürün. Doğrusu, daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanlar, bu emrin Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu çok iyi bilirler; ve Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.”

“ Ama daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanların önüne bütün delilleri koymuş olsaydın bile senin kıblene yönelmezlerdi; ne sen onların kıblelerine yönelirsin, ne de onlar birbirlerinin kıblelerine yönelirler. Ve eğer sana ilim geldikten sonra onların asılsız görüşlerine uysaydın muhakkak ki zalimlerden olurdun.”(Bakara 2/144-145)

Rabbimiz yarattığı varlıklar içinde insana ayrı bir yer ayırmakla; onu farklı nimetlerin gereği olarak karşısına çıkacak bazı külfetleri de karşılayabilme yeteneğiyle donatmıştır.

İnsan; kendisine yol gösterici olarak gönderilen vahiyle ve elçiyle yola devam ederek, rabbinin rızasını arama konusunda en doğru bir çileli yolu tercih etmiş ve zorluklarına katlanabilmeyi şeref olarak benimsemiş demektir.

Her tercihin bir takip edilecek davası veya gidilecek bir yolu olmalıdır. Her gidilen yolun mutlaka bir hedefi ve elde etmeyi düşündüğü kısa ve uzun vadeli hedefleri bulunmaktadır.

Gidilen yol kontrol edilerek, ulaşılmak istenen hedeflerin tümü; mutlaka bir tarif edicinin(elçinin) tarifiyle ve yardımıyla çok daha az tehlikeyle elde edilmesi mümkün olan güzellikler olabilir.

İnsanın bedeniyle ve ruhuyla yönelmesi kıbleyle somutlaşmış olsa da; hayatında İslam tüm güzellikleriyle tek etken hayat tarzı haline dönüşmesi, hayatının da kıbleye yani vahyin emrettiği yöne dönmesi anlamına gelmektedir.

Yüzlerin kıbleye dönük ama kalplerin başka taraflara dönük olması, sağlıklı bir kıble anlayışının bizim hayatımızda hâkim olmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

İsimlerimizin veya namazlarda döndüğümüz yön, Allah’ın emri gereği olduğu halde ;hayatımızda uyduğumuz esasların rabbimizin isteklerine uygun olmaması ,bir yanlış gidişatın da ifadesi olarak algılanmalıdır.

İnsanoğlu ister kendi isteğiyle, isterse şeytanın iğvasıyla olsun; gittiği yönün doğru olduğunu zannettiği halde, yanlış yoldan ve yanlış bir yöne gidişini ancak Kuran’la ve elçisinin sünnetiyle düzeltmesi mümkündür.

İnsanın hayatının gidişine ait Kuran’la bir düzeltme sağlayabilmesi için; Kuran’ın bilgi ve uygulama olarak hayatınızın içinde olması gerekir.

Sureta Kuran’a uygunmuş gibi görülen şeylerin, ruhuyla da Kuran’a uygun olması; ancak rabbimizin rızasını arama yolunda bir anlam ifade etmesi mümkündür.

Okunan Kuran’ın, kılınan namazın, tutulan orucun veya verilen infakın ancak Allah’ın rızasına uygun şartlarda ve yine sadece onun rızasını umarak yapılması şarttır.

Yaratanın rızasını; ancak yönettiği bir hayat içinde ona kul olmakla yakalamak mümkündür.

Yaratan Allah(c.c) yaşattığı yeryüzündeki hayatı yönetemezmişçesine bir anlayışla hayatın dışına çıkarılmaya kalkışılırsa; böylelikle bilinçsizce yaşanan bir hayatın olumsuz sonuçlarıyla karlı karşıya kalınmasını da kaçınılmaz son olarak karşımıza çıkacaktır.

Olumsuz ve sıkıntılı sonsuza değin sürecek bir hayatı yaşamak zorunda kalmak; sadece ve sadece insanın kendi elleriyle yaptıklarından dolayı mümkün olacaktır.

Başkalarının bu anlamda katkısı mutlaka olsa da; aslında bizim de bu konuda ellerimizle yapıp, akıllarımızla tercih ettiklerimizden dolayı karşımıza çıkan bir sonuç olacağını bilmek gerekir.

Kâbe’nin kıble olmasından önce kendince başkalarının zannettiği yöne dönmekten dolayı sıkıntı duyanların; bu anlamdaki talepleri Kâbe’ye dönmeyi sağlamıştır. Ama Kâbe’ye yönünü döndükten sonra hayatlarını hala değiştirmeyenlerin, bu anlamda sorumlulukları da artık kendi tercihlerinden dolayı sadece kendilerine ait olarak kalmıştır.

Kâbe’ye yönelenlerin hayatlarını kimi zaman batının, kimi zaman başka yönlerin isteklerine  göre yaşamayı kendilerince çağdaş kabul etmekle; aslında sapkınlığın içinde olduklarını fark etmemelerine veya bilerek yanlışı tercih ettiklerine ait bir bilginin tespitini yapmayı da kolaylaştıracaktır.

İnsanların; kalplerinin tasdik ettikleriyle, akıllarının tercih ettikleri arasındaki bir çelişkiden dolayı öncelikle kendisinin zarar göreceğini bilmesi gerekir.

Batıya veya doğuya bilinçsizce bir dönüşü asla bir değişim kabul etmeyen rabbimiz; asıl değişimin hayatın standartlarını ve yaşam tarzını Allah’ın belirlediği şekilde geçirmekle mümkün olacağını bizlere ayetlerinde göstermiştir.

İman; sadece şekil olarak bir şeylerin yapılması değil, ama hayatın ve kalplerin  rabbimizin istediği yönde ve istediği şartlarda değişimiyle gerekenin yapılmasıdır.

Seküler anlayışların din ile dünyayı ayırmaya başlaması sonrasında, iman edenlerinde artık yaptıkları tüm işlerle ilgili olarak dine ait olan veya dünyevi işlere ait olan gibi bir tercih yapmaya kalkışması asıl felaketin başlamasına sebep olmuştur.

Dine ait olanlarda keyfilik bulmaya kalkışanların, dünyaya ait olanlarda hiçbir sekteye uğramayı kabul edemeyişle başlayan çok tanrılı hayatın farkına bile varamamışlardır.

Tevhid anlayışını; tevhidin kaynağı olan rabbimizin ve onun sözünün tek geçer hüküm haline gelmesiyle mümkün olacağın da akıldan çıkarmayarak bulmak mümkündür.

Kuran’ın tek hayat kitabı olması, tüm beşeri sistemlerin terk edilerek; rabbimizin istediği hayat tarzına dönmekle mümkün olabileceğinin mutmainlik halini oluşturmasına kadar dikkatle takip edilen yol olması gerekmektedir.

Vahdetin hem bireysel bir bilinçle kabul edilmesi, hem de toplumsal hayatta hâkimiyet kuracak kuralların rabbe teslim edilmesiyle birlikte tüm evrende huzurun ve barışın yakalanabilecek bir hedef olmasını da sağlaması mümkün olacaktır.

Rabbimiz namazda dönülmesini istediği Kâbe’ye dönmek; sonrasında gönderilen diğer emir ve yasaklar konusunda ne kadar uygun davranabileceğimizin tespiti veya bu konuda imanımızdaki samimiyetin ortaya çıkabilmesi için, bir sınanma hali olarak bizlere emredilmiştir.

Namazda nasıl Kâbe’den başka bir yöne dönerek kendimize emredileni yapmamız mümkün değilse; namazın dışındaki hayatımızda da Allah’ın kitabında belirlenenden ve elçisinin uygulamasından başkasını tercih etmemiz mümkün olamayacaktır.

Rabbimizin her şeyiyle kabul edilen bir ilah olduğunu ait imanımızı, ancak davranışlarımızda onun istediğini yapmakla kulluğumuzu ifade etmemiz mümkün olabilecektir.

Şimdi şunu sormak gerekir bu noktada; namazda Kâbe’ye yüzünü dönmeyen biz, hayatın diğer kısımlarında nasıl olurda Allah’ın emirlerine uygun davranmamız veya hayatımızı İslam’la şekillendirmemiz mümkün olabilir ki?

Nasıl olurda hala daha Allah’ın rızasına uygun olarak yapmamız gerekenlerin farkına varamayan bir ümmet olarak cennete gitmeyi hayal edebiliyoruz?

Mesela rabbinin emri olan zekâtı bir sonraki seneye bırakabilenler, vergisini ödemek ve makbuzunu almak konusunda hiç yavaş davranabilmişler midir?

Kendi maaşını almayı sonraya bırakamayanların, sonrasında Allah’tan istediklerini hemen almaya kalkışması veya böyle bir beklenti içine girmesi ne kadar doğru olabilir ki?

Rabbimizin tek kıbleli bir hayat yaşamamız konusunda emrettiği çok açıkça ortada iken, her konuda farklı bir yaşam tarzının gereği olarak tercihlerini yapmak ne kadar Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik bir teklif olabilir ki?

Siyasette, ekonomide, eğitimde, adalette, hukukta farklı farklı kitaplara müracaat etmeyi çağdaşlık kabul etmek; zaman içinde çok kıbleli bir hayatı yaşamayı ilericilik ve çağın gereği gibi algılama hastalığına dönüşmekle birlikte  çok kıbleli hayatın getirdiği, çok tanrılı bir hayatın yaşanmasını da hissettirmeden normal kabul etmeye bizleri yöneltecektir.

Dünyalık elde etmek adına tercihlerinde ve hayat prensiplerinde değişiklik yapmayı normal bir hayatta kalma veya ekmek mücadelesi gibi tarif etmek, insanın zaman içinde itibarsızlaşması, kimliksizleşmesi ve kişiliksizleşmesine dönüşecektir.

İtibarını Allah(c.c) katında kaybeden insan; artık itibarını bulabilmek adına her türlü gücün karşısında eğilmeyi ve zaman içinde köleleşmeyi de peşinden getirecektir.

Hoşgörü adına başka inançların kıblelerine dönmeyi veya onların hayat tarzlarını tercih ederek onların gönüllerini yapmayı hedeflemek, rabbimizin unutulmaması gereken bir düsturunu görmezden gelmek; iman edenleri kendi kıblelerine çevirmenin planlarını yapacak olan başka din mensuplarının oyunlarını ı anlayamaz duruma gelen akılların sahibi olmak anlamına gelecektir.

Hiç kimse ve hiçbir din mensubu  kendi hayat tarzından vazgeçmek istemediği halde; zaman içinde iyi niyetli yaklaşımlarla; kendi dinlerine uydurulan iman etmiş insan grupları, artık kendi iyi niyetlerinin kurbanları olarak başka toplumların taklitçisi olmayı da yeğleyeceklerdir.

Başka din mensuplarını dost edinmekle kendine farklı bir çevre edinerek güçleneceğini zannedenler; zaman içinde ödün verdikleri dinlerinden dolayı kendilerini Müslüman olmayanlara karşı borçlu kabul etmek ve onların gönlünü yapabilmek adına taklitçiliklerinin sonunda kendilerini kaybederek, onların kimlikleriyle belirlenmiş bir hayatı yaşamaya devam edeceklerdir.

Kendi inançlarını korumaktan uzak kalanların zaman içinde diğer zalimlerle birlikte azabın tadına sonsuza değin bakmak zorunda kalacaklardır.

Rabbimiz değişmeyen prensibi bizlere şöylece hatırlatmaktadır.

“ SİZ EY imana ermiş olanlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin: Onlar yalnızca birbirlerinin dostlarıdır. Ve hanginiz onları dost edinirse kesinlikle onlardan olur: Bilin ki Allah böyle zalimlere doğru yolu göstermez! “

“ Ve kalplerinde hastalık olanların, (kendi kendilerine) "Şansımızın kötü gitmesinden korkuyoruz!" diyerek onların işine yarayan bir tavır sergilemekte yarıştıklarını görebilirsin. Ama Allah, (müminler için) büyük bir başarı takdir ettiğinde yahut kendi planının (başka) bir tezahürünü gerçekleştirdiğinde o (kararsız)lar, kendi içlerinde gizlice barındırdıkları düşüncelerden dolayı vicdan azabı duymaya başlarlar.”

“ Oysa imana erenler, (birbirlerine), "Sizinle birlikte olacaklarına dair kararlı şekilde Allaha yemin edenler bu kişiler midir? Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir, çünkü onlar ziyandadır!" derler.”

“ Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer imanınızı kaybederseniz, Allah, zaman içinde (sizin yerinize) Onun sevdiği ve Onu seven insanlar geçirecektir; müminlere karşı alçak gönüllü, hakikati inkar edenlere karşı onurlu; Allah yolunda üstün çaba gösteren ve kendilerini kınayabilecek kimselerin kınamasından korkmayan (insanlar): Bu, Allahın dilediğine bağışladığı lütfudur. Allah (lütfunda) sınırsızdır ve her şeyi bilendir.”

“ Unutmayın ki sizin yardımcılarınız sadece Allah ve Elçisi ve imana erenler olacaktır; (yani) namazlarında devamlı ve dikkatli olanlar, arındırıcı (malî) yükümlülüklerini yerine getirenler ve (Allahın karşısında) boyun eğenler:”

“Çünkü Allah ve Elçisi ve imana erenler ile dost olanlar; işte onlar, Allahın taraftarlarıdır, onlardır zafere ulaşanlar!”

“ Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer gerçek müminler iseniz, inancınızı küçümseyen ve onunla eğlenenleri bunlar ister sizden önce vahiy verilenlerden, isterse (bu vahyin) hakikati(ni) inkar edenlerden olsunlar- dost edinmeyin ve Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun:”

“ Onları namaza çağırdığınızda onu küçümserler ve alaya alırlar- Çünkü onlar akıllarını kullanmayan bir topluluktur.”(Maide 5/51-58)