Yunan Düşüncesinde Sokrates öncesi doğa felsefecileri mevcudatı  “ilk madde” ile izah etmeye çalıştılar. Onlara göre bütün türler ve onların fertleri bu ilk maddeden hâsıl olmuşlardı.
    Bu ilk madde kimine göre “hava” kimine göre “su” kimine göre de aperion yani belirsiz ve sınırsız bir madde idi.
      “Oluş” kelimesi de işte bu ilk maddenin açılımından başkaca bir şeyi ifade etmiyordu…
    Nietzsche bu kabulden hareketle felsefesini oluşturur. Hatta o, “oluş” fikrinin antik çağ filozofları içerisinde en iyi Herakleitos tarafından kavrandığını düşünür. Zira Herakleitos için sadece “oluş” vardır.
    Nietzsche’de aynı kanaattedir. Oluş başlangıçsız ve sonsuz bir şekilde, işte öylece olmaktadır. Bu hareketlilik hali, kendi deyimiyle “ebedi dönüş” halidir. Oluşun arkasında veya ötesinde onu düzenleyici irade, mutlak akıl veya amaç koyucu her hangi bir kudret yoktur.
    Daha açık bir ifadeyle: Tanrısal bir güç yoktur.
 Hayat hedeften, anlamdan ve ahlaki amaçtan yoksundur. Bu nedenle özü itibariyle trajiktir… Trajik; yani elemli, feci… Hayatı bu haliyle olumlayabilen ve “evet” diyebilen kişiler, hayatı olduğu gibi karşılayıp, trajik halinden kurtarma çabasını terk ettikleri için, üstinsandırlar.
Aynı zamanda “trajik insan” da der Nietzsche, tasavvurundaki bu tür insana.
İşte Nietzsche bu şekilde inanmaktadır… İtikadı bu şekildedir.
Diğer bir iman şekli ise mevcudatın ötesinde, onu yoktan var eden bir iradenin, kudretin ve mutlak varlığın olduğu şeklindedir.
Bu şekilde iman eden Bediüzzaman, bu imanına iki ayrı delil getirir.
Bu delillerden ilki Efendimiz Hazretlerine inen Kur’an’ı Kerim’deki Ayeti kerimelerdir. Yani ötelerden gelen haberdir.
Diğeri ise eserlerinde bolca kullanılan “akıl” delilidir. Ki o,bu akıl delili ile kâinat kitabını sıkı bir okumadan geçirecektir.
Üstad Mesnevî-i Nuriye isimli eserinin Lem’alar bölümünde üçüncü Lem’ada bu vakıaya ait şöyle bir akli delil getirir:
Nasıl her bir damla suda veya şişe parçası gibi şeffaf parçalarda ve hatta seyyar yıldızlara kadar her şeyde şemsin yani güneşin o özel mührü olan akis ve görüntüsü varsa,  aynı şekilde Şems-i Ezelînin yani “yokluk” karanlığını eserleriyle aydınlatan Allah’ın da her canlı mahlûkatta hayat bahşeden tecellisi bulunmaktadır.
Şeffaf şeylerde görülen bu görüntüler güneştendir; güneşin timsalidir. Ancak bu görüntülerin güneşten olmadığı ve ondan yansımadığına hükmedilmesi halinde, işte o zaman sayısız katre ve zerrelerin her birinde hakiki bir güneşin mevcut bulunduğuna hükmetmek lazım gelecektir.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, Şems-i Ezelînin, yani Allah’ın isimlerinin tecellisi olan “hayat”ın, Allah’a isnat edilmemesi halinde, sinekten herhangi bir çiçeğe varıncaya kadar her canlıda nihayetsiz bir kudret, kuşatıcı bir ilim, mutlak bir irade gibi Allahtan başka hiçbir şeyde bulunması mümkün olmayan sıfatların mevcut olmasına, hükmetmek gerekecektir.
Üstad bu batıl hükme dair hükmünü şu üç kelime ile özetler: “cahilane, ahmakane ve gülünç.”
Bediüzzaman “maahaza” diyerek akli örnek vermeye bir habbe tohum ile devam eder. O minicik tohum bünyesinde hem olacak cismin bütün eczasıyla yüklü olduğu gibi hem de çevresi ile yani mevcudat ile olan ve olacak olan münasebetlerden ve vazifelerinden dahi haberdardır.
Mesela bir çiçek tohumu, kendisi ile ilgili mühendislik bilgilerine sahip olduğu gibi toprakla, su ve güneşle kuracağı münasebet hususunda da bilgilidir. Keza aynı şekilde vazifesi ne ise o boşluğu doldurur ve yerine getirir bir mahirliğe peşinen haiz bir vaziyette gelişmektedir.
Şimdi eğer bu tohumcuğun Kadir-i Mutlaktan nisbeti kesilir ve marifetleri kendisinden bilinirse ( biz buna “oluş” de diyebiliriz) o zaman her bir tohumda her şeyi görecek olan bir gözün ve her tarafı kuşatan bir ilmin olduğuna itikat etmek lazım gelir ki, bu üstadın ifadesiyle “her bir şeffaf zerrede hakiki bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattır”
Hamakat; yani ahmaklıktır…
Ve Üstad on ikinci Lem’a da aynen şöyle haykırır:
“Arkadaş! Hayat Hâlıkın ehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir”
Yani nasıl hayat Allah’ın birliğine delil ise ölüm de O’nun devamlılığına ve kalıcılığına delildir.
Nasıl deniz ve nehirlerin kabarcıkları, yansıttıkları ışığı ile güneşin varlığına delil oluyorlarsa; sönen ve yok olan kabarcıkların yerlerini, yenilerinin aynı vazifeyi görmek için alması da, güneşin devamlılığına delalet etmektedir.
İşte olay budur: Oluş da, bozuluş da O’nun ayetlerindendir. Oluş Varlığına; bozuluş Kalıcı olduğuna dair ayet,yani işaret…