Çok seneler önce, bir televizyon kanalında, konusunu dahi hatırlayamadığım bir tartışma programında, müspet ilim sahibi bir zat, avurdunu şişire şişire, defalarca  “takdiri ilahi” diyerek kendince zevkleniyordu. Aklı sıra, tabiatta meydana gelen olayların yasaları olduğunu fizik ilmi ile bu yasaların artık keşfedildiğini, dolayısıyla tabiat olaylarının meydana gelişinin Tanrı’nın iradesi ile izahının demode olduğunu demeye getiriyordu.

Daha kısa bir ifade ile Tabiat ile Tanrı arasını ayırıyordu. İlişkiyi reddediyordu... Ve “biz ilim adamları mademki fiziki olayların nasıl meydana geldiğini biliyoruz, o zaman tanrıya hacet yok” demek istiyordu.

Aslında o bunu yapmakla, keşfedilen sebep-sonuç ilişkisi vasıtasıyla bilimi Tanrısal Bilgi konumuna oturtarak farkında olmadan bilimi kutsallaştırıyor, fiziği metafizik hale getiriyordu. Oysa fizik fizikti, metafizikte metafizik;  aklı karışık olduğu için farkı göremiyordu.

Aklımda kaldığı kadarıyla konu yağmur ve yağmur duası ile ilgili olsa gerekti. Yağmurun yağmasının fiziki şartları olduğunu dua ile bağlantısının olmadığını ifade etmeye çalışıyordu.

Bilim adamı külliyen haksız değildi. Gerçektende yağmurun yağmasını gerektiren şartlar vardı. Evvela bulutlar gelecek, soğuk hava ile karşılaşacak, yoğunlaşan buhar su damlacığı haline gelip sonra da yeryüzüne düşecekti.

Bilim elbette faydalıydı, elzemdi; lakin bunlar bilimin, daha doğrusu bilim adamlarının küstahlaşan zihniyetlerini kabullenmemizi gerektirmiyordu.

Anayurdu Avrupa olan bu zihniyet kırılması ile evrendeki olaylar anlamından soyutlanarak sadece “nasıl” sorusu kapsamında ele alındı. “Niçin” sorusu iptal edildi. Bu Aristoteles’in tabiriyle gai illetin iptali demekti. Evren bir amaca yönelik değildi, dolayısıyla anlamdan da uzaktı. Nihai gayeden uzak sadece yeter sebepler ile mevcudat izah edilmeye çalışıldı.

Tıpkı yağmurun yağması durumunda olduğu gibi! “Yeter sebep” bulutun soğuk hava ile karşılaşıp yoğunlaşması idi ve bu izah kafiydi. Oysa yağmur amaçsız değildir. Amaç yeryüzüne bereket getirmektir. Ürünlerin yetişmesine vesile olmaktır. Ürünlerde amaçsız değildir. Gai illeti canlılar için gıda vazifesi görmektir.

Cereyan eden olaylar bu bağlamda bir bütün olarak değerlendirildiği zaman, evreninde amaçsız olmadığı görülür. Evren nihai amaçtan ve anlamdan yoksun değildir. Evreni müşahede etmek üzere gönderilen insanda amaçsız değildir. Her varlığın mevcudiyeti ile birlikte peşinen bahşedilmiş olan amaçların evrensel bütünlüğünü sağlayan akıl karşısında eğilmek-secde- suretiyle Fail illetin mevcudiyetine tanıklık etmek, insanın yaratılış gayesidir... Kozmik akıl karşısında kendisine bahşedilen aklı beğenmek ise yaratılış gayesinin dışına çıkmaktır.

İşte modern bilime yüklenen vazife vasıtasıyla “insan” ile gai illeti olan “tanıklık” görevini yerine getirmesi amacının arası ayrılmaktadır. Buda tanrı ile tabiat arasındaki ilişkinin kesilmesi ile olur. Bir ideoloji olarak bilimcilik Tanrı ile tabiatın arasını açtığını zanneder. Fiiliyatta bunu gerçekleştirmek imkânsızdır. Olan sadece tabiata yakıştırılan bir yanılsamadır. Lakin insanın zihninde ve iç dünyasında oluşan bu yanılsama tabiat üzerinde olmasa da, kendisi üzerinde müessir olup onu gai illetinden mahrum hale getirir.

İşte modern insanın içerisine düştüğü içler acısı hali budur...

Peki, burada bilim mi suçludur? Asla! Bilime ideoloji kılıfını giydiren insanın ruh halidir, müsebbip olan. Yani insan, eli ile putunu yapmış sonra yine kendisi tapmıştır... Bilim putu zannımca putların en şedidi olsa gerektir.

Buradan Heidegger’in ifadeleri ile devam edelim: Bilme, Dasein’ın(orada insan) bir varoluş tarzıdır. Bilmek suretiyle dünyadaki eşyaların üzerindeki örtüyü açar. Bilme Dasein’ın şeylere yönelimidir.

Bu bağlamda düşünür bilmeyi(epistemoloji) varoluşun(ontoloji) üzerine bina eder. Varoluş ise bir ruhsal duruş halidir. İşte modern bilim ideologlarının ruhsal durumlarındaki küstahlık, onlarda yönelim olarak bilimi olduğundan farklı bir alana taşımıştır. Bilim dinin yerini alarak kutsallık derecesine yükseltilmiştir. Bilim adamları da ruhbanlığa.

Bu ise hakiki bir yanılsamadır.

Bilim belki “nasıl” sorusuna cevap verebilir fakat insanlığa sevgi, merhamet, iç huzuru gibi meziyetler kazandıramaz. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz gibi nihai sorularına cevap veremez; ne şekilde ve neye yönelik yaşayacağını söylemez. Aksine, şayet insanın ruhsal hali isyankâr ise-sahte tanrı- bu halini tetikleyecek “güç” vehimleri oluşturarak onun azgın nefsini daha da kışkırtabilir.

İmal edilen nükleer silahlar, Varlığın şiddet halinin görünür hale gelmesi değil midir?

Ancak “niçin” sorusu kadim kültürlerden bize tevarüs eden bir sorudur. “Niçin” siz bir “nasıl” sorusu bizi meşgul ediyorsa o zaman biz varlıkta anlam aramak meziyetini kaybetmişiz demektir.

İşte bu nedenlerle ilim ve fen hayatta en hakiki mürşit değildir. Hele hele “medeniyet” için, üstelik “her şey” için asla yol gösterici değildir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak elzemdir. Aksine bir tutum gaflettir, cehalettir, delâlettir.

Bu mürşit de vahiydir.

Tamam, yağmur bulutların soğuk hava ile teması neticesi yağıyor. Ama bizler yinede yağmur duasını ihmal etmeyelim.