Takip edenler, yani lekeliler, yani dışarıdakiler ortak bir kadere sahiptirler. Onlar hep kurtarılırlar. Tanrısal liderler tarafından kurtarılırlar, aydınları tarafından kurtarılırlar, yetmedi vergileri ile besledikleri orduları tarafından kurtarılırlar.

            Amaç yerleşikler gibi olmaktır, lekeli halden kurtulmaktır.

            Fakat daha öncede belirttiğim gibi, yerleşikler bir türlü yakalanamaz, kovaladıkça kaçan ateş böceği” gibilerdir.

            Böylece ne kovalama biter ne de kurtarılma… Buna en güzel örnek bizim yakın tarihimiz olsa gerektir. Kurtarılmaktan başı döner bir toplum olduk desek yeridir, hani.

            Sözü yine Falih Rıfkı Atay’a bırakmanın zamanı geldi sanırım:

            “Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi….Kadını kurtaracaktı.Kurtarmak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi.İlk yapılan işlerden biri, İstanbul tramvayları ile vapurlarındaki perdelerin kaldırılması olmuştur….Dikta perde idi. Dikta peçe idi. Kara kuvvetin ve taassubun diktası altında şark köleliği ömrü sürenler…”Çankaya,Sh: 517-518)

            Görüleceği üzere satır aralarına sinen ruh hali lekelilik ve kurtarılma motifleri üzerine kurulu; ayrıca metinde geçen “şark köleliği” ifadesinin Batı’lı mütefekkirlerin bizler için gevelediği “şark despotizmi” nden devşirildiği hemen anlaşılıveriyor. Anlaşıyor çünkü “perde” ve “peçe” ile dikta arasında ilişki kurmanın başka türlü yolu olmasa gerek. Fakat kurulan ilişki asla mantıki değil, sadece aşırmaca o kadar.

            Şimdide Falih Rıfkı Atay’ın aynı yapıtının 556. Sayfasına bakalım isterseniz. Burada kurtarılanların ikna edilirken, yapılanların nasıl millilik/ulusalcılık ambalajı altında onlara sunulduğu açıkça görülmektedir.  Anlatıldığına göre 1928 yılının bir ağustos akşamında Atatürk Sarayburnu Parkı’nda bir toplantıya katılır. Bir Mısırlı şarkıcı Arap müziği söylemektedir. Atatürk bir defter ister ve bazı notlar alır. Bu notlar “Sarayburnu Nutku” diye Cumhuriyet tarihine geçen hitabenin ilk parçalarıdır. Sonra ayağa kalkan Atatürk halka hitap eder ve elindeki notları birisine okutmak istediğini söyler. Bundan sonrasını kelimesi kelimesine aynen yazarından aktaralım:

            “….kalabalıktan Türkçe yazı okumayı bilen birini çağırdı.Bir genç koşup geldi, fakat Lâtin yazılı kâğıtları görünce şaşaladı,Atatürk : ‘-Bu arkadaşımız hakiki Türk yazısını bilmediği için şaşırmıştır. Arkadaşlarımdan birine okutayım,” dedi. Beni yanına çağırdı. Nutku okudum”

            Aktardığım metinde geçen “Lâtin yazılı” ifadesi ile “hakiki Türk yazısı” ifadeleri arasındaki yaman çelişki görülmeyecek gibi değildir. Nasıl olmaktadır da yüzlerce yıllık Lâtin harfleri, Türkün hakiki yazısı olabilmektedir? Bu sorunun tek mantıklı yanıtı, yapılan değişikliklerin halka sunulurken ideolojik bir kılıfla tanıtılmak isteminden başka bir şey değildir.

            İşte bugün de şahidi olduğumuz “ulusalcılık” akımının fikri ve ideolojik temelleri budur. Lekeden kurtulurken Türkleşmek iddiası! Amaç lekedir; lekeden kurtulmaktır. Türklük ise, bu amaca, ideolojileşmek suretiyle hizmet eden bir araç!Bunlardan elbette ki ilki tarihi Türk,diğeri ise ideolojik Türk’tür.

            Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk hakkındaki bir kanaatine bakacak olursak:

            Mustafa Kemal, denizkızı masalına inanmıyordu. Ya balık ya insan vardır. Mustafa Kemal geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemeyeceğini biliyordu. Şarklı-Garplıya inanmıyordu. Ya şark, ya garp vardır. Garp medeniyetinin temeli,hür tefekkürdür.Şapka bir başlık taklidi değil,tefekkür inkılabının bir sembolü idi (sh:548)

            Enteresan! Hür tefekkür ile şapka arasında kurulan sebep- sonuç ilişkisi. Yazar yaşıyor olsaydı sorardım doğrusu: bunun merdiven altından geçmek veya siyah kedi görmek ile uğursuzluk arasındaki sebep-sonuç ilişkisinden ne farkı var?

            Devam edeceğiz,inşallah…