Hicri 10, Miladi 632 yılında Önderimiz,  124 bin Müslüman’ın karşısında şöyle diyordu:

            “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanızdır. Azası kesik bir siyahî köle başınıza amir olarak tayin edilse bile, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğulun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz”

            Bu hitap sadece orada bulunanlara yönelik bir hitap olamaz. Gelecek nesillere ve zamanlara yönelik bir manifesto olabilir ancak. Medeniyetin,  insan olmanın manifestosu... Hukukun, içtimaiyatın ve uluslar arası ilişkilerin umdelerini ortaya koyan bir manifesto.

            Ah biz Müslümanlar, Efendimizin sakalına, tırnak kesme biçimine veya giydiği cübbenin rengine verdiğimiz önemin, hiç olmazsa onda birini O’nun bu ve buna benzer sözlerine vermiş olsaydık, şimdi insanlığa meşale tutuyor olurduk.

            Neden mi? Çünkü çağımız bu aydınlanmaya muhtaç da ondan.

            Veda Haccından tam 860 yıl sonra Kristof Kolomb, Hindistan’a yeni bir yol keşfetmek için Atlantik’e yelken açıyordu. Yapmış olduğu bu macera dolu seyahatin Avrupa için yeni bir devir açacağının kendiside farkında değildi. Amacı Müslümanları dolaşarak Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmaktı.

            Gemisinin yelkenlerini esen haçlı ruhu ile şişiriyordu. Hiçbir zaman kesilmemiş olan o “haçlı ruhu”. Papa Krala, putperestlerin, Müslümanların ve İsa’ya düşman olan herkesin köleleştirilmesi, mallarına ve topraklarına el konulması ve Kralın mülküne katılması için istenilen ruhsatı vermişti bile.

            Kolomb Hindistan’a gidemedi ama Amerika Kıtasını keşfetti.

            Kıtaya “Yeni Dünya” dediler. Ve orada yaşayan insanlara dünyayı dar ettiler. Kızılderilileri yok etmekle kalmayıp Afrika’dan gemilerle getirdikleri kara derili insanları da köle olarak kullandılar.

            Çünkü onlar beyazdı, Avrupa’dan gelmişti, diğerleri ise onların azgın nefislerinin sadistçe duygularını tatmine yarayan ve kırbaç ile işlerini görmeye memur nesnelerdi.

            Haçlı ruhu “öteki”leştirdiği insanları ve kültürlerini yok edip zenginliklerini yağmalarken onlara “Barbar” ismini veriyordu. Bu kelime kendilerine eski Yunan’dan miras kalmıştı. Anlamı yunanca konuşmayan insan demekti. Biliyorsunuz Yunan’da Felsefe çok gelişmişti. Onlar dili aklın bir aracı olarak görüyor ve felsefe dili Yunanca ile konuşmayanları zihni yetersizlik ve akıl sahibi olmamakla suçluyorlardı.

            Felsefe öncesi mitoloji döneminde de durum farklı değildi. Destana göre mağaralarda yaşayan Polyphemos isimli tek gözlü bir dev yaşarmış. Bu dev düzgün bir şekilde konuşma yetisine sahip olmasına rağmen tarımla uğraşmak, gemi yapımı gibi teknoloji içeren konularda pek becerikli değilmiş.

            Konuşabiliyor, lakin teknoloji üretemiyor; bu nedenle de tek gözlü, çirkin ve canavarımsı bir yaratık.

            Çağrışım yaptı değil mi? Teknik aletler yap(a)madığı için geri kalmış gözü ile bakılan ve hakir görülen toplumlar. İşte Batı’lı kültürün ruhunda yok olmayan bir ön yargıdır bu: ötekileştirme, çirkinleştirme, lekeli hale getirme.

            Evet, tekrar başa dönüyorum. Günümüz Türkiye’sinde esen Barış rüzgârları karşısında duran kişileri hatırımızda tutarak kendimize şu soruyu soralım diyorum.

Sahi bizim öğretmenimiz kim? Efendimiz Hazretleri mi yoksa Batılılar mı?

Yahut da Yunanlılar mı?

Ben cevap vereyim. Kendimizi tek gözlü Polyphemos gibi algıladığımız müddetçe öğretmenimiz Efendimiz Hazretleri değil.

Eğer O olsaydı bizler şimdi birbirimize haram nedenlerle kurşun sıkmazdık; birbirimizin lisanını kavga konusu yapmayı bırakır ve insanlığa yeni bir medeniyetin hummalı çalışması üzerinde olurduk.

Bu medeniyet de günümüz insanlığının son derece muhtaç olduğu “hepimiz Âdemdeniz ve Âdem de topraktandır” medeniyeti olurdu...