Mustafa Kemal 22 Eylül 1924 günü Samsun’da bulunduğu sırada onuruna verilen çay ziyafetinde doğaçlama bir konuşma yapar. Konuşması “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” şeklinde, kısaltılmış haliyle bilahare meşhurluk kazanır.

            Üzerinde imal-i fikir etmeden önce, isterseniz metnin ilgili kısmını bir okuyalım:

            “Efendiler; dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delâlettir”

            Burada ilim ile birlikte fenninde zikredilmesi, metinde bilimden kastın modern bilim olduğu hususunda hiçbir şüphe bırakmıyor.

            Peki, bu modern bilim nelere mürşitlik yaparmış? “Medeniyet için, hayat için, hatta her şey için”... Devamında cümlenin anlamını daha da yoğunlaştırmak için, aksine bir arayışın gaflet, cehalet ve delâlet olduğu da ekleniyor ki verilmek istenen anlam gerek içeriği ve gerekse sınırları itibariyle yoruma açık olmayıp kesin olsun.

            Şimdi “bu önerme doğru ve isabetli midir?” şeklindeki soruya, yani “ ilim ve fen gerçekten de hayat için, medeniyet için, her şey için en hakiki yol gösterici midir?” sorusuna iki türlü cevap verilebilir.

            İlki “Atatürk ne dediyse doğrudur!” şeklinde olanıdır ki, konuyu kapatır ve kelimenin tam anlamıyla bir doğmaya yol açar.

            İkincisi ise üzerinde ilmi tahliller yaparak bir kanaate varalım şeklinde olanıdır ki, işte doğru ve yerinde olan da bu tür tavırdır.

            Elbette ki Zafer Toprak’tan mülhem hatırlatalım ki, dünün koşullarından çok günün beklentileri ile geçmişe bakmagibi bir hataya düşmeden. Yani sözün söylenmiş olduğu dönemin Türkiye şartlarını, hatta esin kaynağı olan Avrupa’da, o günlerde en sert  şekilde esen ideolojik- pozitivist- dalgaların meydana getirdiği kırılmaları unutmadan.

            Daha açık bir ifade ile 19 ve 20 YY Avrupa’sında tabiat/varlık hakkında oluşan telakkilerdeki değişiklik bilinmeden yukarıdaki sözün şifreleri çözülemez. “Varlığın anlamı” sorusunun cevabında yaşanan çöküntü, Avrupa tefekküründe cereyan eden erozyon anlaşılmadan, Mustafa Kemal’in söylediği sözün bağlamına ulaşılamaz, dolayısıyla anlaşılamaz.

            Nietzsche o dönemi “tanrı öldü” sözü ile formüle eder. Haksızda değildir hani, insanın kendini sadece beş duyusu ile sınırladığı bir dünyada tanrı ölmüştür. Fakat o dünyanın yani tanrıyı öldüren dünyanın, sahici dünya ile hiçbir alakası bulunmaz. İnsanın iç âleminde cereyan eden bir kısır döngü olarak kendisini total olarak yeniler o kadar!

            Kendisini “aydınlanma” olarak isimlendiren,  tefekkür, irfan ve felsefe yönünden insanlık ufkunda kapkara bir delik açan- ki Nietzsche buna nihilizm der- bu dönem için Heidegger’de pek olumlu düşünmez. Üstelik o bilim için yakıştırılan meziyetleri şiddetle reddeder. Zira ona göre bilim düşünmez, sadece hesap eder. Hesaplayan ya da sayan bilimsel düşünce nasıl olabilirde varlık hakkında anlam sunabilir ki?

            İsterseniz konuyu daha da gerilerden ele alalım. Yunanlı düşünür Aristoteles’e göre varlığın dört illeti vardır. Bunlar Maddi illet, sûri (formel/biçimsel) illet, fail illet ve gai illet.

            Bunu ekmek üzerinden hareketle örneklendirecek olursak:

            Ekmeğin maddi illeti yani hammaddesi karılan hamurdur.

            Hamuru yoğurduktan sonra fırıncı ona belli bir şekil vermek suretiyle fırına atar. İşte buda ekmeğin sûri-formel- şekle dair illetidir. Ekmek bu illet ile beraber biçim kazanmıştır.

            Fail illet ise o ekmeği meydana getiren usta yani fırıncıdır.

            Gai illet ise o ekmeğin ne için olduğuna dair, gayesine dair illettir. Ekmeğin yapılmasındaki amaç, uğruna o varlığın-ekmeğin- meydana getirildiği sebeptir. Bu da insanların yemek suretiyle gıda edinmesi halidir. Bu durum da ekmek, insanlar besin olarak kullansınlar amacıyla meydana getirilmiştir.

            Modern bilimler işte Aristoteles’ten beri gelen bu illetleri hiç dikkate almazlar. Bilim meydana gelirken inceleyen gözlemleyen, deneyleyen bir “özne” ve karşısına almış olduğu bir “nesne” vardır. Daha açık bir ifadeyle yukarıdaki illetlerden soyutlanmış bir varlık vardır ve o varlık bilim sürecinde “nesne “ halini almıştır.

            İşte “tabiat” modern bilim tarafından bu hale getirilmiş bir mağdurdur. Sadece ölçülen biçilen, hesap edilen bir alan... Anlamdan, amaçtan, gayeden yoksun bir alan. Yani kısacası “nesne”

            Kaldı ki modern bilim sadece “nesne” bakımından yanılıyor da değildir. “Özne” hakkındaki kabullerinde de yanılmaktadır. Özne, peşin olarak kabul edildiği gibi tarih dışı ve her türlü etkileşimden uzak kalmış, adeta bir fotoğraf makinesi misali objektif değildir.

            Aksine bir iddia bilimcilik ideolojisi adına çıkarılmış ucuz bir şehir efsanesidir.

            Devam edeceğiz, inşallah.