Bundan tam 22 sene önce dev gibi bir adam göçtü gitti bu dünyadan. Giderken Cahit Sıtkı Tarancı’ ya inat etti sanki. Şair yaş 35 yolun yarısı eder demişti, o yolun tamamını bitirdi bir Ağustos 1985 tarihinde. 35 yıllık yaşamında tek bir şeye inandı, yeni nesil yetiştirmek. Çünkü o biliyordu yeni nesil kendi eseri olacaktı. Ve oldu da. 18 yaşında, Isparta’ da başlayan Eğirdir yuvalı köyünde devam eden ve yine Eğirdir Serpil köyünde noktalanan 17 yıllık bir eğitim mücadelesini yürüttü. 17 yıllık eğitim mücadelesinde çevresindeki herkesi eğitti.  Sadece bir öğretmen değildi çünkü. Eğitmendi. Eğitirken öğretiyordu. Köyde ki öğretmenliği esnasında hem çocukları okutuyor, yetiştiriyordu hem de köylüleri. Sanki ziraat mühendisi idi,. Gönen Öğretmen Lisesinin sıralarında öğrendiklerini hayattaki birikimleri ile birleştirip köy halkı ile paylaşıyordu. Köydeki tarımsal üretimin modernleşmesinde başı çekti. Tarımda daha verimli olabilme gayreti içerisinde idi. Sanki makine mühendisi idi. Köyde kimin makinası bozulursa ona gelirdi. Ve makine mutlaka tamir olurdu. 1982 yılındaki okuma yazma seferberliğinde köydeki okuma yazma oranı onun zamanında % 100 e yakın bir orana oluştu ve zamanın Milli Eğitim Bakanından teşekkür ve başarı belgesini aldı. Köylünün bir dostu idi o. Oğlu askerde kim varsa ona gelir mektup yazdırır, gelen mektuplar gözyaşları içinde okunurdu. Rahmetli Hasan Dayı (nam-ı diğer Koca Hasan) az mı mektup yazdırdı askerdeki biricik oğluna. Köy halkına hep çalışmayı öğretti. Hatırlarım, o tarihlerde ramazan ayı Ağustosta  idi. O kavurucu sıcakta sabahtan akşama kadar oruçlu olarak caminin inşaatında kazma, kürek salladığını iyi hatırlarım. Köy ilkokulunda öğrettiği her şeyi uygulamalı olarak gösterdi. Karadenizin akdenizden daha derin olmadığını, okul bahçesine kazılan iki çukur arasındaki bağlantıdan öğrendik. ilk onunla öğrendiler öğrenciler teksir makinası ile çoğaltılmış testlerle. 1980 lerde bir köyde fotokopisi makinesının işi ne!!! Sosyal Bilgiler dersinde, muhtar seçiminin nasıl yapıldığını öğrenciler arasında yaptırdığı bir seçimle öğrendik. O seçimde köy muhtarı seçilmiştim. Azalarımı hatırlamıyorum. Ama köy korucusu Ekrem demirbaştı. Ve ne garip bir tecelli ki Ekrem polis oldu şimdi vatanı koruyor.....

Serpil Köyünün ileri gelenleri her köye gidişimde ondan söz eder. Allah uzun ömür versin Mustafa Demirbaş (Hacı ), Şükrü Demirbaş ve diğerleri..... beni gördükleri zaman gözleri yaşarır ve hayır dualarını peş peşe sıralarlar arka arkaya.

Tam 22 sene olmuş bugün. 22 sene önce kalbi gencecik yaşında yorgunluğa dayanamadı. Ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahane özdeyişi onunla bütünleşmişti sanki. Onu her hatırladığım zaman aklıma cahit sıtkı gelir:

Neylersin ölüm herkesin başında

uyudun uyanmadın olacak,

kim bilir, nerede, nasıl, kaç yaşında?

bir namazlık saltanatın olacak,

taht misali o musalla taşında!

 

Onun ismi Kemal Aydemir idi. Nam- diğer Kemal Hoca. Yedi köyün Kemal Hocası ve benim babam........ bugün onun Hakka yürüyüşünün 22 inci yılı. Allah ruhunu şad, mekanını cennet etsin.......

 

anısına aşağıda bir bayramda duygularıma tercüme eden yazı ile noktalıyorum:

Sevgili Babacığım,

Bu sensiz ilk bayram. Üzüntü ve ağlayış sesleriyle uyandım. Mezarlığı dolduran sessizliğin korkusuyla uyandım. Bayram sevinci ile uyanamadım, bayram tekrar gelsin diye geçirmedim. Şu anda seni çok özlüyorum babacığım. Mezarlıktaki Fatiha okuduktan sonra kardeşimle beraber annemin elini tutarken korkunç bir yalnızlık hissediyorum.

Sabahın erken saatlerinde yeni bayramlıklarıyla oynayan çocukları görüyorum. Diğer çocuklar da yolda yürürken babalarının ellerinden tutuyorlar.

Birbirlerine mutlu bayramlar diyen insanları görüyorum ve kendi kendime soruyorum: “Acaba bir gün bu bayram sevincini ben de yaşayabilir miydim?” Eskiden olduğu gibi bayramı sevinçle karşılayabilecek miydim? Kafamdaki buna benzer sorular kalbimi burkuyordu.

Annemin eline sıkıca yapıştım. Annemin yüzüne baktığımda, onun sanki başka bir dünyada olan birisi gibi gördüm. Senin bizimle olduğun eski günleri andığına emindim.

Ramazan bu yıl bir tuhaftı. Ne kutlama ışıkları evimizden yansıdı ne de rüzgâr penceremizdeki renksiz saydam perdeyi kımıldattı. Kutlu şarkıları, ilahileri duymadık. Sabırsızlıkla beklediğim sahurdan önce insanları uyandırmak için davuluyla sokakta dolaşan Maşariti(sahur davulcusu)artık beklemeye hevesim kalmamıştı. Bu ay solan renklerin ayıydı. Bu yıl, bana hep hatırlattığın ergenlik çağına girmiştim. Bunun yükümlüğünü omuzlamam gerekirdi. Hicab takmaya başladım. Dini vazifelerimi yapıyordum. Oysa bu yaşa gelmeyi ne kadar beklemiştim. Oruç tutmanın farz olmasını ve annemin yasağına rağmen, seninle birlikte şafakta kalkabilmeyi. Sen ki beni sabahları okula geç kalmamam için tekrar yatağıma gönderirdin, ben istemeye istemeye yatağıma dönerdim.

Maşaratinin gelmesini beklemek için pencerenin kenarında dikilip dururdum o da bağırırdı: “Sahura kalkın, ramazan sizi ziyaret ediyor.” Bir taraftan da uyuyanları uyandırmak için davuluna vururdu.

Gün batımında kitaplarımın arsasından annemin sofrayı hazırlayışını izler, ne zaman yardım etmeyi istesem “sen dersinle ilgilen”, derdi.

Bu ne tür bayram babacığım, ayrılık acısından başka bir şey hissedemiyorum. Bu nasıl bayram babacığım, beni kucaklamanın ve öpüşünün sıcaklığından başka bir şey hissedemiyorum. Mezarının fayansının solgunluğundan ve gözyaşlarımın ayrılık tozunu sildiği o andan, başka bir şey hissedemiyorum. Bu nasıl bayram, annemi güldüremiyorum? Senin yokluğunu kardeşime açıklayamıyorum.

Bu bayram çok garip. Bizim bayramımız acıklı. Senin gidişinden sonra bayramın bütün sevinci kayboldu. Zaten öksüzlüğün ve yalnızlığın derin duygusundan başka bütün duygularımı kaybettim. Bizi bırakıp gideceğini asla düşünemezdim. Arzularımız ve yazdıklarımızın dışında hayatında bir sonu olduğunu düşünmemiştim.