Evet, Nietzsche açısından var-oluş bir oyundur. Ve bu oyun aynı zamanda masumdur da. Tıpkı kumsalda oynayan bir çocuğun masumiyeti gibi.

            Çocuk içerisindeki oyun içgüdüsü ile kumsalda kendisine kumdan kaleler yapar sonrada yaptığını yıkar,  bozar ve gider…

            Evrendeki oluş ve bozuluşun, kumsaldaki çocuğun oynadığı oyundan hiçbir farkı yoktur. Çocuk tarafından icra edilen faaliyet ne kadar masumsa evrende cereyan eden oluş da o kadar masumdur.

            Masum olması nedeniyle hayat olumlanmalıdır. Ancak olduğu gibi olumlanmalıdır. Kalenin çocuk tarafından yapılması olumlandığı gibi yıkılması da olumlanmalıdır. İşte trajik olan da budur zaten. Hayat ortaya çıkan her şeyiyle en derin acısıyla bile olumlanmalıdır.

            Nietzsche bu konularda fikir yürütürken sormuş olduğu temel soruyu yeniden hatırlayalım: Var-oluş suçlu mudur? Yoksa masum mu?

            Eğer kabahatli ve suçlu ise o zaman var-oluş, temelinde haksız olan ve haklılaştırılmayı gerektiren bir keyfiyettir. Haklılaştırılmak, özünde bir suçlanacak, bir de bağışlayacak olanı gerektirir. Yani ikili dünya görüşünü… Var-oluşuyla kabahatli olan, bağışlanacak olan insan ile insanı bağışlayacak olan Tanrı.

            Fakat bu Hıristiyanlığın belirlediği suçlu var-oluş tarzıdır.

            Yunanda da var-oluş suçludur. Ancak onların Hıristiyanlardan farkı suçun insan da değil tanrılarda olmasıdır. Hıristiyanlık ise bunu tersine çevirmiş ve var-oluşun suçunu insana yüklemiştir. Var-oluştaki kabahatin taşıyıcısı insandır. Böylece Hıristiyanlıkta Tanrı cezalandıran tanrıdır. Hatta insanların bu sorumluluğu nedeniyledir ki tanrı kefaretten kendini çarmıha gererek ölümü tatmıştır(!)

            Nietzsche ise var-oluşta kabahati kabul etmez. Ona göre asıl olan suçluluk değil masumiyettir. Oluşun ve olan her şeyin masumiyeti.

            Ancak buradan hareketle Nietzsche var-oluşun sorumsuzluğuna da ulaşır. Yani ona göre var-oluş masum olduğu kadarda sorumluluk içermemektedir.

            Çünkü tek bir gerçek vardır: O da oluşun bizzat kendisidir.

            Tekrar hatırlatalım ki Nietzsche’nin ilham kaynağı Herakleitos ’dur; Herakleitos da kendinden önceki doğa filozofları gibi çokluğun temelinde bulunan birliğin yani her şeyin kendisinden çıkmış olduğu ilk ve ana maddenin peşine düşmüştür. Ahmet Arslan Hocanın belirttiği gibi bu ilk İonya filozofları hilozoistti, yani ana maddenin kendiliğinden hareket ettiğine, dıştan bir varlığın müdahalesini gerektirmeksizin değişip diğer varlıklara dönüştüğüne inanıyorlardı.

            Herakleitos için arkhe yani ana madde ateşti. Ateş ise bir varlık olmaktan ziyade bir süreç; bir oluş ve yok oluştu. Önceki doğa filozofları sürecin altında yatan bir varlığı aramışken, Herakleitos ise hareket oluş ve yok oluş sürecinin altında bir varlık bulunmadığını, yalnızca oluşun var olduğunu söylemek istemiştir, ana maddenin “ateş” olduğunu söylerken.

            İşte oluşun sorumluluk gerektirmediğinin altında yatan doğma budur.

            Tanrı yoksa sorumlulukta yoktur… Amaç yoktur… Oluşu tanzim eden bir iradede yoktur.

            Peki, ne vardır? Oyun vardır ve oyunda atılan zar vardır.

            Herakleitos ise bunu şu cümleyle dile getirecektir: “Zaman, dama oynayan bir çocuktur; hükümdarlık gücü, bir çocuğun gücüdür”

            Deleuze ‘un da belirttiği gibi zar oyunun da iki an vardır. Zarların atıldığı an ve düştüğü an. Atılması “rastlantı”nın olumlanması iken, düşmesi “zorunluluk”un olumlanmasıdır. Yani zorunluluk rastlantıda olumlanmaktadır       O zaman Tanrı var olmadığı gibi insanda irade özgürlüğü de yok demektir… Körlükten neş’et eden bir masumiyet ve daha da acısı ne yaman bir kadercilik.

            Nietzsche’ye hak vermemek elde değil. Böyle bir hayat trajik olmazda nasıl olabilirdi ki?