İlahiyat Fakültelerine dair yaşanan tartışmada, bende farklı bakış açısı uyandıran yazarlardan ilki Prof. Dr. İsmail Kara, ikincisi Dç. Dr. Aliye Çınar Köysüren isimli akademisyenlerdi. Aslında ikisi de aynı hususa işaret ediyorlardı. İlahiyat Fakültelerinin kuruluşuna, daha doğrusu kuruluşunda yaşanan temel garabete!

Sayın Kara yazılarında evvela temel bir sorunu hatırlatıyordu. İlahiyat Fakültelerinin köksüzlüğünü, yani geleneksizliğini! Bir eğitim müessesesinde aranan, aranacak olan en önemli vasfın kuvvetli bir geleneğe sahip olması iken, maalesef bizdeki İlahiyat Fakültelerinin en eskisinin tarihi 1900 yılına gidebiliyordu.

Bu şu anlama geliyordu: İlahiyat Fakülteleri Selçuklu-Osmanlı geleneğinin değil, modern mektepleşme sürecinin meyvesi idi. Batıdaki muadilleri olan Teoloji Fakültelerine benzer şekilde kurulmuş, modern/laik kurumlardı.

İş bununla kalsa yine iyi! Fakülte 1933 yılında yaşanan Üniversite Reformu ile ortadan kaldırılacaktır. Fakat uygulanan katı laiklik anlayışının yürüyemeyeceği anlaşılınca 1949 yılında Ankara Üniversitesi bünyesinde İlahiyat Fakültesi yeniden kurulacaktır.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu, kuruluş kanunun görüşmelerinde, 9 Mayıs 1949 günü TBMM’de yapmış olduğu konuşmada “İlahiyat Fakültesinin kurulmasındaki maksat medreseyi diriltmek değildir” demiş, sonra da Sayın Kara’nın aktarımına göre cümlelerini şu şekilde tamamlamış:

İlahiyat Fakültesi İslâmiyeti bütün olarak tetkik etmekle beraber, metotlarında, meselelerinde müsbet ilimlere dayanmalıdır”

Ne kadar enteresan ve şuuraltını faş eden bir cümle değil mi? İslamiyet “tetkik” edilecek. Tıpkı yabancı bir madeni inceleyen bilim adamı gibi! Dışarıdan icra edilen bir işlem; İslam’ın içinden kaynaklanan ve sürdürüle gelen bir faaliyet değil... Tetkik edilirken de metot ve meselelerde “müsbet” ilimlere dayanılacak(!)Peki, müsbet ilimden kast edilen ne? O günün dünyasını ve tabii ki Türkiye’sini çepeçevre sarmış kaskatı bir pozitivizm.

Gelenek yok, üslup endişesi yok, kurucu fikir ise temelinde İslam’la sorunlu... İsmail Kara, bir ilmi faaliyet de bulunması gereken üç unsuru sıralar: kuvvetli gelenek, günün realitesi ve gelecek tasavvuru... Medrese deyince de okumuş yazmış tabakanın tasavvurunda belirenin portresini de çizer: “köhne, çökmüş, kendini yenileyememiş, tekrardan ibaret, felsefeyi ve akli ilimleri dışlayan bir çerçeve”

Gerçekten de böyle mi acaba?  Selçukludan başlayıp Osmanlı ile devam eden medrese geleneğimizin hakikati bu şekilde mi?  Öyleyse kütüphaneler dolusu mantık ve felsefe metinlerini nerede ve kimler yazdı o zaman? Medrese geleneğimizle ilgili sahici bir araştırma yapıldı mı ki, bu kanaatlere varıldı? Adam sende! Dediğine bak! Daha medrese Müderrislerinin yazdığı eserleri okuyamayan bir Türkiye’de  “eğitim geleneğimizle ilgili araştırma yapıldı mı?’ diye sormanın âlemi ne?

Anlaşılan bizler “Ölü Ozanlar Derneği” mahiyetinde bir filmi hiçbir zaman çeviremeyeceğiz. Çeviremeyeceğiz, çünkü geleneği olan eğitim kurumlarımız yok! En kabadayısı 80 yıllık zira.

Aliye Çınar Köysüren’in makalesi de aynı kaygıları taşıyordu. İlahiyat Fakültesi etrafında cereyan eden tartışmalar ona göre “kuruluş amacını yok sayarak devam ediyor” idi. Sayın Köysüren “İlahiyat Fakülteleri gerçekte seküler bir kimliğe sahip değil midir?” şeklinde bir soru sorar ve cevabını da şu şekilde verir:

Evet, İlahiyat Fakülteleri seküler bir Türkiye’nin dini görünümlü fakat seküler kimlikli, dini ilimler fakültesinin adıdır”

Tespit son derece önemli! Çünkü “İslami ilimler” başkadır, “dini ilimler” başka. İslami ilimlerde kurucu unsur asla seküler mantık olamaz. Yetiştirdiği kişi de bu nedenle “din âlimi” dir. Dini ilimler ise modern ve laik bir zihniyetle eğitim sürdürebilir. Bu sebepledir ki yetiştirdiği kişi “İslam âlimi” olmaz, ama din ve dinler hususunda ihtisas yapmış bir bilim insanı olabilir. Mesela sosyolog gibi!

Son olarak şunu eklemekte fayda var sanırım. Elbette gelenek eğitim kurumlarında çok önemli fakat katiyen yeterli değil. Yeterli olsaydı Mısır’daki El Ezher bu durumda olmazdı. “Tenkitçi” yaklaşım işte bu noktada son derece önemlidir.

Tıpkı Ölü Ozanlar Derneği filminde, yırtılan Edebiyat kitabı sayfalarında olduğu gibi.