Evet, biat nedir? Birilerinin aşağılamak ve küçümsemek kastıyla söylediği gibi bir “itaat” kültürü müdür? Değilse altında yatan kurucu unsuru nasıl tanımlamak gerekecektir?

            Daha açık bir deyimle “biat” iktidarın sebebi midir, yoksa neticesi mi?

            Emir Muaviye’ye göre bu sorunun cevabı bellidir: Biat iktidarın neticesidir? Peki,  iktidarın sebebi nedir? Sorunun cevabı çok basit: Kılıç!

            Bunu bizzat kendisi ifade etmiş ve Medine’de ahaliye şöyle seslenmiştir?

            “Allah’a yemin ederim ki, hükümet işlerini elime aldığım zaman, iktidara geçmiş olmamdan hiç hoşlanmadınız. Bunu bilmiyor değilim. Hatta bu hususta kalbinizdeki kuruntuları da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın kuvveti ile aldım.

            Hâlbuki dört halife, makamı/otoriteyi neyin kuvveti ile almışlardı? Ümmetin rızası ile. Yani biat ile... İnikat biadı ile evvela kişi belirlenmiş ve sonrada ümmet ona itaat edeceğine dair biat vermiştir.

            Kadın erkek bütün Müslümanlar... Lakin unutmayalım bu itaat biatı kesinlikle kayıtsız ve şartsız değildir. Halifenin hukuka uygunluğu ile kayıtlıdır. Sapması halinde bu biat geri alınacak ve yeni bir halife seçilecektir.

            Halife Ebubekir’e denildiği gibi...

            O zaman can alıcı soruyu vicdanlarımıza soralım: Emir Muaviye’nin getirdiği usul mü doğrudur, yoksa dört Halifenin seçilme şekli mi?

            Kılıç mı? Yoksa Rıza mı?

            Eğer cevabınız “kılıç” ise o zamanbiat iktidarın neticesi demektir. Birileri zorla önce egemenliği eline geçirip sonrada yine zorla biat almak suretiyle merasimi tamamlayabilirler.

            Yok, cevabımız “rıza” olacaksa o zaman biat iktidarın sebebi oluyor demektir. Yani birileri iktidara gelirken meşruiyeti halkın rızasından alıyor demektir.

            Evet, bunlardan hangisi doğrudur? İşte bu hususta imali fikir etmek, istesek de istemesek de dilimizi o olaylara bulaştırmak suretiyle olabilecektir. Birileri kalkarda her ikisi de doğrudur derse işte o zaman belki dillerini bulaştırmamış olur ama hakka ve hakikate karşı saygısızlık yapmış olur.

            Bediüzzaman “Tarihçe-i Hayatı” isimli kitabının Emirdağ Hayatı bölümünün sonunda bu hususlara değinir. Dipnotta  “Cenâb-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde bizde o hadiselere dilimizi bulaştırmayalım” sözünü aktardıktan sonra konu ile ilgili şöyle bir açıklamada bulunur:

            “ tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha (r.a) ve Zübeyir(r.a) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapatmak taraftarıdır”

            İşte ben tam buradan hareketle meramımı anlatmak istiyorum: Dillerimizi bulaştırmaktan kasıt Efendimizin ashabı hakkında dedikodu yapmak, küçümsemek ve kimisine düşmanlık yapmaksa elbette bundan Allah’a sığınırız.

            Zira o zaman Emevilerin yaptığını yapmış oluruz. Çünkü onlar hutbelerde Halife Ali’ye yıllarca lanet okumuşlardır. Fakat bu iğrenç uygulama asla bizim anlayışımızı etkilememelidir. Zira kötü örnekten hareketle “anlayış” bizleri Bediüzzaman’ın deyimiyle “kapıyı kapatmaya” sevk etmiştir.

            Oysa yaşanan bu acı olayların sosyolojisi yapılsaydı, kendi literatürümüzle söyleyecek olursak fıkhı yapılmış olsaydı, yani dillerimiz bu amaç ve doğrultuda olaya bulaşmış olsaydı, bence akan o kanlar, işte o zaman boşuna akmamış ve ümmet gerekli dersleri çıkarmış olurdu.

            Batı’da işin hayali bile mümkün değilken Müslümanlar biat/rızaya dayalı bir siyasi sistemin kısa da olsa deneyimini yaşamışlardı. Ve tahminimce yaşanan bu olay, olayın kahramanlarının bizlere bırakmış olduğu en önemli sünneti/âdeti olarak bizlerin idrakine göz kırpıyordu... Ümmete düşende iktidarın meşruiyetinin şartlarını fıkıhlaştırmaktı.

            Son olarak, babadan oğla geçmemek hususundaki hassasiyetim basit bir “cumhuriyet” vurgusu yapmak değildir. Amacım “rıza” ya işaret etmektir.

            Yoksa Saddam’ın Irak’ı da o manada bir cumhuriyetti...