Geçen gün iftara yakın bir vakitte büromdan çıktım. Yan tarafımdabulunan fırına uğrayacak oradan da eve geçecektim. Fırının önünde pide kuyruğu olmadığını görünce çocukça sevindim ve adımlarımı sıklaştırdım.Oysa pidealmak için kuyruğa girmenin de Ramazan ayına has ayrı bir zevki vardı. Ama o gün kuyruk olmamasını kendim için bir heyecan kaynağı olarak görmüş ve hızlıca yürümüştüm.

            Fakat yinede küçük bir kız çocuğunun benim önüme geçmesine engel olamamıştım.

            Tezgâhtar bayan küçük kıza iki adet pideyi itina ile sardıktan sonra onu “bugün para almıyoruz” diyerek gönderdi.

            Her halde yakını veya bir tanıdığı diye düşündüm.

            Sıra bendeydi,  kürekle çıkarılıp tezgâhın üzerine fırlatılan pideyi işaret edince gösterdiğim pide aynı şekilde sarıldı ve ben borcumu sorunca yine aynı şekilde cevap verildi.

            Meraklı gözlerle bakınca “bugünkü pidelerin parası ödendi” diyerek parmağı ile üst katı işaret etti. Ben “Oğuzhan Bey mi?” diye sorunca tezgâhtar bayan başıyla ‘evet’ diyerek işaret etti.

            O gece mübarek Kadir Gecesiydi. Hani Kur’an’da bin aydan daha faziletli olduğu bize müjdelenen gece. Demek onun yüzü suyu hürmetine Oğuzhan kardeşim böyle bir hayır yapmıştı.

            Bu düşüncelerle elimde pidemle giderken aniden aklıma babası rahmetli Mahir ağabeyim geliverdi. Onun o hep gülen çehresi gözümün önünde beliriverdi. Ve ben hemen onun ruhuna bir Fatiha okudum.

            İşte bütün mesele bu değil miydi? Hayırla anılmak… Bu dünya kime kalmıştı ki. İyilik yapmak, iyiliği yaymak, hayırlarda yarışmak…

            Sevgi ve merhamet yüklü olmak… Topluma “sizleri seviyorum” mesajını sunmak; ama bunu yaparken asla insanlara tepeden bakmamak, lütufta bulunur havalarına girmemek; aksine kendi acziyetinin ve muhtaçlığının şuurunda olmak; yapılan iyilik ve hayırlarla O’nun kapısını çalmayı, O’ndan merhamet ummayı, birilerinin değil O’nun indinde dikkat çekebilmeyi amaçlamak!

 Ramazan bu değil miydi? İbadetin amacı bu değil miydi ki zaten.

O’nun affına mazhar olmak, merhametinin tecelliğahı olmak için bahaneler aramak değil miydi?

Kulluğumuzun şuuruna varmak değil miydi? Efendimiz Hazretleri” yarım hurma dahi olsa veriniz” diyor. Veriniz ki merhamet bulunuz.

Milletimiz vermeye çok yatkındır. Öyle birilerinin sandığı gibi “tunç siperi göğüs” sahibi falan da değildir. Merhamet dolu engin gönle sahip bir göğüs taşır. Gençliğimde bilirim, Afganistan dendi, Çeçenistan dendi, Bosna dendi hep toplandı. Filistin zaten hiç unutulmadı. Sonra Arakan dendi, Somali dendi Suriye dendi toplandı.

Şimdi de Mısır denip toplanıyor.

Bu vermeler kimi kıt beyinliler için anlamsızdı. Hatta kendi insanımız yerine ele vermekle yapılan büyük bir akılsızlıktı.

Onlar bu milletin büyüklüğünü anlayamamış bedbahtlardır benim nazarımda. Vermeyerek akıllı davranabilirsin; ama nasıl? Hesap-kitap yapan bir akılla!

Ya vererek? İşte o zaman geleceğin ümidi olursun bir dünya nezdinde. Hayırla anılır iyiliklerle hatırlanırsın.

O’nun indindede çetelen tutulur. Vakti geldiğinde kader gereğince tecelli eder… Her zaman demişimdir “Serde Osmanlılık var” diye.

Mısır deyince aklıma geldi. Geçen gün Adeviye Meydanı ile Şaraçhane Meydanı arasında görüntülü bağlantı kurulmuş. Mısırdaki kardeşlerimiz Saraçhaneyi görünce hep bir ağızdan “Türkiye, Türkiye” diyerek tempo tutmuş.

Dikkat! Bu bir milli maçta stadyumda tutulan tempo değil. Dünyada güç dengelerinin bilek güreşi yaptığı arenada tutulan bir tempo…

Bu arada Diyarbakır’da Polis teşkilatı halka açık iftar vermiş. Kürtçe, Türkçe Arapça ilahiler eşliğinde. Yani Müslüman lisanlarla… Üstelik nerede biliyor musunuz? Dağkapı meydanında… Yani: Şeyh Said ve arkadaşlarının asıldığı yerde.

Hey gidi günler hey! Nereden nereye!

Bayram çok yaklaştı değil mi dostlar?

Bayramımız mübarek olur inşallah.