Hani bazı tanıdığımız insanlar vardır, belki sık sık görüşmüyorsunuzdur; hatta aradan geçen o amansız yıllar aranızda bazı farklılıklar bile peyda etmiştir; tepkileriniz, hassasiyetleriniz, duygu ve düşüncelerinizde bazı farklılıklar belirmiştir; ama yinede o dostunuzu görünce heyecanlanırsınız.
       Heyecanlanmakla kalmaz sevinirsiniz bile… Neden mi? Çünkü bu tür dostlarla hiç kelam etmeyip sussanız bile karşılıklı derin bir sohbete dalarsınızda ondan!
      Zira yaşanmış müşterek hatıralarınız canlanır. Belki aradan onlarca yıl geçmiştir ama birlikteliklerinizin lezzeti halen daha damağınızdadır.
      Hatıralar halen daha tap tazedir…
      Hani “neydi o günler!” diye, özlem dolu nida cümlesi kurulur ya; işte öyle bir şeydir yaşadığınız.
      Geçenlerde tam da böyle bir şey yaşadım. Bir cumartesi günüydü, büromda bütün işlerimi bitirmiş ve kitap okumaya hazırlanıyordum ki birden zil çaldı.
      İlk anda pek de memnun olmadım doğrusu; ama kapıyı açmazlık da yapamazdım. Açtım ki birde ne göreyim: Karşımda o kendine has gülümsemesiyle eski bir dost beni bekliyor.
      Gelen zat Zafer Çağlar’dı… Isparta’mızda gazetecilik sahasının duayeni… Büyük bir şehirde yaşasaydı çok daha ünlü olabilecek basın dünyasının kıdemlisi.
    En önemlisi geleceğin basın yayın elemanlarını yetiştiren SDÜ’nin saygıdeğer bir hocası…
Benim için ise, gençlik dönemlerinde yaşadığımız o çok güzel anıların hatırlatıcısı…
    Üniversite yıllarımızdı. O İzmir’de bense İstanbul’da okuyordum. Yine aynı şekilde Ankara’da Erzurum’da okuyan diğer arkadaşlarımızla her yaz tatilinde şehrin merkezindeki Atatürk parkında sahur vakitlerine kadar sohbetler ederdik.
    Yani Ramazan ayları yine yazın o sıcak günlerine geldiğine göre demek ki aradan tahminen 30 ve üzeri sene geçmiş...
    Dile kolay tam 30 yıl… İftarı yapar yapmaz hemen parkta buluşurduk. Her gün değişik camilerde teravih namazını kıldıktan sonra tekrar parka gelirdik… Parkın ışıkları sönerdi biz devam ederdik. Neye? Sohbete… Daha doğrusu vatanı kurtarmaya!..
    İnanır mısınız çekirdek kadromuzun haricinde bazen 20-30 kişi dinleyici olarak masamızın etrafını çevirirdi. Dinleyiciler terk ederdi ama biz hala daha masayı terk etmezdik.
    Ta ki Ramazan davulu çıkıncaya kadar! Davul sesi duyulunca alırdı beni bir koşturma. Rahmetli babam uyanmadan eve girip oturayım kitabın başına diye;  bütünlemeye kaldığım derslere çalışır vaziyet de görüneyim diye!
    Lakin her zaman davulcuyu sollamak mümkün mü?
    İşte ben ne zaman Zafer kardeşimi veya diğer dostları görsem hep o günleri hatırlarım. Bilirim ki onlarda benden farklı değiller bu konuda.
    Bu duygularla dolu buyur ettim kardeşimi. Tabiî ki “sesli” ve “sükût” ile geçecek olan yeni bir sohbetin heyecanını hissederek.
    Sizlere o günkü birlikteliğimizle ilgili olarak iki hususu aktaracağım. İlki Zafer kardeşim meğerse kuşlardan pek korkarmış. Benim minicik papağanım Afacan ne zaman omzuna konacak olsa huylandı ve onu hemen uzaklaştırdı.
    İkincisi ise sizlerle olan iletişimim ile ilgiliydi. Zafer yazılarımın günlük gazeteden ziyade dergilere hatta sosyoloji veya felsefe dergilerine gönderilecek cinsten olduğunu söylüyordu.
    Kısacası gündelik konulara daha çok değinmemi salık veriyordu…
    Bu sütunun müdavimleri artık bilirler; zira birkaç kez değinmiştim; benim bir dost meclisinde haftalık kitap okuma seanslarım var.
    Son toplantımızda can dostum Bekir Sağlam  gitmiş olduğu Umre ziyareti ile ilgili hatıralarını anlatıyordu konu devam ederken Hocamın ağzından bir cümle dökülüverdi:
    “ İnsanlara söz söylemek ne de zor bir iş!”
    O anda birden aklıma Zafer dostumun uyarısı geliverdi.  “Aman Allah’ım!” dedim…Acaba ben bu zorluğu yaşamadan mı yazıyordum..hem de ulu ortacasına
    Bu esnada Hocama çok bilgece bir cevap geldi ve beni daha derin düşüncelere gark etti. Sözün sahibi genç mütefekkir kardeşim İsmail Latif Hacınebioğlu idi:
    “Tabibin ilaç vermesi gibi…”
    İç dünyamda ben konuşmaya devam ettim. Hâşâ! Ne ben tabiptim nede okuyucularım benin sunacağım ilaca muhtaç… Lakin söz söylemek öyle kolay bir şey değildi.
    Ben bazı yanlış sözlerle yıllarımı kaybetmemiş miydim?
    Bırakalım beni toplumca yanlış sözler bizleri oradan oraya yıllardır sürüklemiyor muydu?
    Dikkatli olmam şarttı… Lakin içimi serinleten üç şey aklıma geliverdi:
    İlki yarım asrı geçen hayatımda edindiklerimi, tecrübelerimi dostlarla özellikle gençlerle paylaşmak şüphesiz ki faideden arî bir şey değildi.
    İkinci olarak da bu çabam tamamen hasbi bir gayret idi…
    Ve en önemlisi ben bu faaliyet içerisinde sevgili okurlarımdan çok daha fazlasını öğreniyordum.
    Yani “söz söylemek” tek yönlü değil karşılıklı cereyan ediyordu…