Nietzsche gençlik döneminde,  Tanrıya hitaben, son derece etkili yakarış ve arayış dolu bir şiir yazmıştır. Şiirinin bir yerinde, yüreğinden gelen bir duyguyla “istiyorum seni tanımak, yalnız sana bağlanmak” diyerek tanrıya karşı olan hislerini ifade etmiştir.

Tanımak istiyorum seni

            ey meçhûl kudret,

Ey,derinden derine,

           ruhumu saran;

Hayatımı, baştanbaşa,

           bir tûfan gibi dolaşan;

Ey,kavranamayan,

           yine de bana yakın olan varlık.

İstiyorum seni tanımak,

           Yalnız sana bağlanmak.

Hakkını vermek lazım ki düşünürümüz duygularını, ıstıraplarını, o çile dolu arayışını bütün yalınlığı ile ortaya koymuştur. Mısralarını okurken hissettiklerinden dolayı ona saygı duymamak adeta imkânsız gibidir.

Lakin biliyoruz ki Nietzsche Tanrıtanımaz bir düşünürdür. Hatta eserlerinde “şayet bir tanrı olsaydı, nasıl katlanırdım ben tanrı olmamaya” diyecek kadar iç dünyasının en mahrem yerlerini faş etmiş bir kişidir.

Peki, bu iki iç dünya hali nasıl izah edilebilecektir?

İlki onun gençlik dönemi ile ilgilidir. Dikkat edilecek olursa Nietzsche “meçhul “ bir tanrıya hitap etmektedir. Bu noktada bence iki husus kendisini açıkça göstermektedir.

İlki o çağlardaki Nietzsche için tanrı vardır, ikincisi ise bu tanrı onun için meçhuldür.

Bu şu anlama gelir: Nietzsche Hıristiyan bir dünyada gözlerini açmıştır. Hıristiyanlığın “tanrı” tasavvuru ile eğitilmiştir. Zira yakınlarının hepsi dini bütün bir Hıristiyan inananıdır.

İşte çelişkisi de, yaşadığı iç gerilimi de buradan neş’et eder. Evet, o da iç dünyasında bir yaratıcının olduğu duyguları ile dünyaya gelmiş; konusu “tanrı” olan ilk bilgisini içinde peşinen bulmuştur. Tıpkı diğer insanlar da olduğu gibi.

Lakin bulduğu bu tanrı “meçhul” bir tanrıdır. Çevresinin ona yüklediği öğreti ile tanrının meçhullüğü ortadan kalkar. Meçhul tanrı gitmiş yerine “teslis” gelmiştir… Fakat bu seferde aklı onu rahat bırakmamaktadır. İç dünyasında bu öğretiye karşı hep bir tepki duymuştur.

Teslis inancı, onun engin tefekküre her dem açık ruhu ile hiçbir zaman imtizaç etmedi. Aklın alanına giren bir hususta aklı taciz eden bu inanç sistemi ile hep çekişti.”Oğul” diye ilahlaştırılan kişiye o hep “çarmıhtaki” diye hitap etti.

Ama İsa’nın şahsını bu tartışmalardan uzak tuttu. Onu daima saygın gördü o kadar: evet tanrı olarak görmedi ama peygamber olarak da görmedi... Hıristiyanlığın İsa’sı mı? Dedik ya, o onun için sadece “çarmıhtaki” idi.

Hülasa edelim: İlk bilgideki meçhul tanrı yerini teslise bırakmış ise de, o bunu reddetti, tekrar başa döndü. Yani: “meçhul tanrıya!

Sonra o ikinci seferki bu meçhul tanrısına olan şükranlık duyguları ile dolu yukarıdaki mısraları yazdı: Tanımak istediği kudret, derinden derine ruhunu sarmıştı. Kavranamayan fakat kendisine yakın olan tanrıya; evet, yalnızca o tanrıya bağlanmak isteğini deklare ediyordu.

Sonra müthiş bir olay yaşandı… Bu hesapta olmayan değil, her zaman hesaba katılması gereken bir olaydı. İlahlaşan ene onu çepeçevre sardı ve “inkâr et” dedi. “İnkâr etki sen tanrı olasın!”

“İnkâr etki bir ömür boyu ona şükran hisleri içerisinde yaşamayasın!”

Nefis bunu fısıldayınca aklı devreye girdi… Yapılan bu tercihi aklileştirmek, izah getirmek, kısacası süslü püslü göstermek gerekiyordu.

Bunun içinde felsefe kullanıldı.

Sonrası mı? Bu denli fırtınalı ve iddialı ruhları inkâr açmazında bekleyen son çıldırarak ölmekti. Zaten oda bunu yaşadı…