Bediüzzaman Ene’nin iki yüzünün olduğunu kaydeder. Ene’de mevcut bu iki yön/yüz aynı zamanda, insana, Tanrı tarafından bahşedilmiş olan imkân alanını oluşturmaktadır.


    Müellif aynen şöyle der:
    “Biri hayra ve vücûda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendisi îcad edemez. O yüzde fâil değil, îcaddan eli kısadır.
    Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider”


    Bu cümle şöyle değişik bir ifadeyle de söylenebilir: Âdemoğlunun iki yüzü vardır. İlki vücûda bakar. Yani “var” olmaya doğru bakar.
    İkincisi ise ademe bakar… Adem:  Yokluk, hiçlik, ölüm…“yok” olmak, “var” olmamak.


    Evvela şu hususu hatırlamakta yarar var. İslam düşünürleri varlığı iki alana tasnif ederler. İlki Vacibül-Vücûd, yani varlığı vacip olan, zorunlu olan Varlıktır. Bu varlık sadece Tanrı’dır. “Tanrı” demek, mahiyetine “var”lığı(vücudu/mevcudiyeti) sonradan ilişmemiş Varlık olmak demektir. Mahiyeti/özü bizatihi “var” olmak olan, Varlık demektir.
    Diğeri ise Mümkünül vücûd; yani: var olması zorunlu olmayıp “mümkün” olan varlıktır… Bu varlık, mahiyetine vücudun ilişmesi ile mevcûd hale gelen varlıktır. Olması da olmaması da mümkün olan varlık.


    Kısacası: Zorunlu Varlığın var kılma iradesi ile var olabilen varlıktır…
    Yani: Tanrının yarattığı varlık.


    İşte buradan hareketle başta İbn Arabî olmak üzere bazı mutasavvıflar mümkün varlığın ikili tabiatından söz ederler: “var”  ve “yok” olmak hali. Mademki o mümkün varlıktır, zorunlu varlık değildir bu bakımdan bünyesinde iki ihtimalide barındırır. Hatta daha da önemlisi, tabiatının bu iki halini fiiliyatta da daima yaşarlar. Yani bütün Kâinat her an var olmakta ve akabinde yok olmaktadır. Bu peşi sıralık o denli kısa sürelerle tekrarlanır ki insan yaşanılan olayı fark edemez.


    Böylece mümkün varlığın tabiatının gereği yerine geldiği gibi, Tanrının mevcudat üzerindeki tecellisi de her daim devam etmektedir
    Yani Ayette bildirildiği üzere “O her an bir iş üzeredir.”


    Konumuza dönecek olursak işte Ene’nin de iki yüzü vardır. Bunlardan birisi varlığa/ vücuda, hayra yönelik yüzüdür.
    Diğeri de ademe yani “yok” haline, şerre yönelik yüzüdür.


    Lakin dikkat: Ene’deki olay mevcudatta olduğu gibi mekanik değil tamamıyla iradidir.
    Buna da beşeriyyet hali denir…
     Beşeriyyet ne melekiyyet gibi sadece itaate ve nede şeytâniyyet gibide sadece isyana yönelik olmamak halidir.
    Hem itaate, hem de isyana muktedir olma halidir.
    Hem hayra ve hem de şerre kabiliyetli olma halidir.
    Kısacası özgürlüğümüzle at koşturduğumuz alanın adıdır, beşeriyyet.

    Yerlerin ve göklerin kabulünden korkup çekindiği bir imkânın müşahhas hale gelmesi halidir beşeriyyet.
    Beşeriyyet yurdunda Ene’nin özgürlüğü hüküm fermadır. Ancak sorumluluk dâhilinde! Çünkü seçmek sorumluluğu gerektirir. Sorumluluk da hesap vermeyi!
    Birileri de “ben özgürüm” diye kendilerini hesaptan vareste zannederler… Kendini aldatmanın en hazin hali bu olsa gerek.


    Peki, “insan” nedir?
    İşte o “beşeriyyet” tarlasında özgürce at koşturan Ene’nin varmış olduğu en yüksek tepenin adı da, İnsaniyettir.


    Tekrar hülasa edilecek olursa Ene ya O’nun isimlerini ve sıfatlarını gösteren bir aynadır.
    Ya da “yok”a yönelmiş bir bedbaht.


    Peki, Ene “yok”a yönelince ne olur?
    Adem neyi doğurur da beşerin kalbine paslı bir hançer gibi saplar?