Tanrının mevcudiyeti hususunda edindiğimiz bilgilere “vahiy” adı verilir. Vahiy, kelime anlamı itibariyle “işaret” demektir. Diğer bir anlatımla, Tanrı - insan arasında haberleşme hali vuku bulur; işte Tanrıdan gelen haberlere vahiy/işaret denilir

         İşaret vasıtasıyla yaşanılan haberleşme iki kısımdır. Toshihiko Izutsu “Kur’an’da Allah ve İnsan” isimli çarpıcı eserinde bu haberleşme münasebetlerini ‘sözlü haberleşme’ ve ‘sözsüz haberleşme’ olarak isimlendirir.

         Sözlü haberleşmede vahiy/işaret Allah tarafından seçilen bir kuluna Melek Cebrail vasıtasıyla gelir. Hitap ilk muhatapların anlamaları için onların lisanları üzerine iner. Mesela Kur’an’nın ilk muhatapları Arap toplumu olup vahiyde anlayacakları lisan ile yani “Arapça” olarak inzal olmuştur.

         Aksi halde onlar karşılarında Allahtan vahiy aldığını söyleyen Elçinin anlamadıkları bir lisanla kendilerine tebliğ ettiğini görünce onu reddedecek ve reddederlerken de mazur sayılacaklardı.

         Sözlü haberleşme yoluyla gelen haber, insanların yanlış “Tanrı” tasavvurlarını yıkıp, yerine doğrusunu oluşturmaları ve O’na nasıl ibadet edileceği hususu gibi soruları yanıtlar.

         Ayrıca bizler yaşadığımız hayatın ne anlama geldiğini ve sonunda bizleri bekleyen akıbetler hakkında da bilmediğimiz temel konulara dair sorularımızın cevaplarını bu vahiy türü vasıtasıyla alırız.

         Diğer haberleşme çeşidi sözsüz haberleşmedir. Thomas Paıne “Akıl çağı” isimli eserinde bu haberleşmeyi “Tanrının insana evrensel bir dille seslenmesi” olarak niteler.

         Yani bu işarette Tanrı insana öyle bir hitap etmektedir ki bu hitabın lisanını herkes bilmekte ve anlamaktadır.

         Kolayca anlaşılacağı üzere kast edilen “yaratılış”tır.

         Kâinatın yaratılışı başlı başına bir hitaptır. Mevcudat bütün insanların anlayabileceği şekilde onlara O’nu anlatmakta ve hatırlatmaktadır.

         Çünkü O’nu işaret etmektedir… Her birimize “içerinde bulduğun bilgi son derece sahihtir, bizde aynı şeyi haykırıyoruz. O var!” demektedir.

         Veya çok daha açık bir izahla her yaratılan varlık, Tanrının mevcudiyetine dair atmış olduğu bir imzadır.

         Bu nedenledir ki İslam Âlimleri Kur’an için yazılı kitap derken, Kâinat için de “kitap” tabirini kullanırlar: Büyük Kitap.

         Bu bağlamda “dünya” esasen bir semboller kitabıdır... Bu kitabı okumak da bir “varoluş” tarzıdır.

         İnsan okuma ve anlama haline göre varoluş kipini oluşturur.

         Yaratılış ise hep sebeplere bağlanmıştır. Kişi neyi görmektedir? Sebebi mi, müsebbibi mi? İşte varoluş tarzının şöyle veya böyle olmasındaki belirleyici etken buradadır.

         Daha derininde ise nefsinin, O’na boyun eğip eğmemesi tercihi yatar… Yani “Kulluk” halini kabul edip etmeme hali!

         Nietzsche “oluş” der… Bediüzzaman ise” Sâni-i Zülcelâl”

         Yani ilki sadece sebeplere takılıp kalırken diğeri bu sebeplerin arkasındaki sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi sanatla yaratan Allah’ı görür.

         Şahitlik eder… Yaratılış sırrına erer ve amacını yerine getirir... Şahitlik… İşte budur yaratılışın ardında yatan kutlu neden!

         Nietzsche ise şahitlikten içtinap eder. Zira onun nefsine çok külfetli bir keyfiyettir bu istenen. Çünkü o, kendi tanrılığını ilan etmek için bu şahitliğin yerine getirilmemesinin elzem olduğunu bilir.

         Zira ona böyle buyurmuştur nefsi: İnkâr et! Et ki “Enen”den başka önünde eğileceğin hiçbir güç kalmasın.

         İnkâr etmiş yahut diğer bir ifade ile o gözünü yummuştur… Varlığın karşısında, hem gözünü yummuş, hem de kulaklarını tıkamıştır.

         Varlığı görmemiş, varlığı duymamış, sadece ve sadece “Ene”sine kilitlenmiştir.

         Yeryüzünde bundan daha bahtsızlık, daha büyük bir nasipsizlik ve terk edilmişlik hali var mıdır? Sanmıyorum!

         Sâni: İşleyen ve yapan; lakin işleyip yaptığını her daim hüner ve marifet ile yapan… Yaratan, lakin yarattıklarını sanatlı bir şekilde var kılan... Varlıklara sanatlı bir şekilde vücud veren.

         Unutulmamalıdır ki sanat üçlü bir keyfiyettir. Sanat, eseri meydana getirir. Sanatın mahsulü eserdir. Eserle sanat takdir edilir.

         Lakin sanatın ve eserin ötesinde, temelinde ve kökünde ise onu doğuran bir irade ve şuur bulunur: Sanatkâr… Bu nedenle Bediüzzaman yeri geldiğinde O’ndan Sâni-i Zişuur diye bahseder... Her şeyi sanatla yaratan şuur sahibi olan Allah…

         Sanatı ve eseri görüp onun arkasındaki şuuru görmemek,  insana ancak nefsinin oynayabileceği zalim ve son derece alçakça bir oyundur.

         Kur’an boşuna demiyor bazıları için  “kendisine zulmedenler” diye.

          Sen sanatı ve eseri gör, Sanatkârını reddet. Bu zulmün tek bir mağduru ve kaybedeni vardır. Oda ziyan etmeye azmetmiş olan insandır.